Maitreya’nın Kendisinin kim olduğunu nasıl fark ettiği ve en sonunda nasıl Kendisinin Mission’ını başlatmaya karar verdiği üzerine bir havari tarafından hazırlanmış sunu.
Maitreya'nın çocukluğunu kısaca açıkladıktan sonra O’nun nasıl Maitreya olduğu kısmını daha uzunca anlatacağız.
8 Kasım 1944 (1944 sayısal olarak 1944 =1 + 9+4+4=18 ve 1+8=9, 144,000’in sayısal değeri ile aynıdır) tarihinde Tahran, İran’da doğdu. Tahran Kudüs’ün doğusunda ve Tibet’in batısında bir bölgededir. Bu Yahudilerin ve Hıristiyanların Maitreya’nın Doğudan geleceği yönündeki beklentisini yerine getirmektedir. Bu ayrıca Hinduların ve Budistlerin de onun Batıdan geleceği yönündeki beklentisini yerine getirmektedir.
Maitreya'ın ataları Tahran’ın kuzeyinde Taleghan adında seksen köyden oluşan dağlık bir alanda yaşamışlar. Giriş çıkısın bazen oldukça zor olduğu sert bir bölgeymiş. Giriş çıkış o kadar zor olabiliyormuş ki suikastçiler bu köylerden birini (Alamot) kendilerinin güçlü bir kalesi olarak kullanmışlar. Hükümet bu bölgeyi ele geçirmeyi hiçbir zaman başaramamış.
Bütün büyükbabaları dinsel liderlerdi. Hatta onların otoriteleri çevrenin dini rehberleri olmanın ötesindeydi. Bir hükümet görevlisi Maitreya’nın büyükbabasının topraklarına girmeden ondan izin almak ve ona danışmak zorundaydı. Shahrasar adında bir köyde yaşıyorlardı. Tabiî ki büyükbabasının bu otoritesi merkezi hükümet daha kuvvetlendikçe, insanlar büyük şehirlere göç ettikçe ve iletişim araçları yaygınlaşmaya başladıkça azalmaya başladı.
Maitreya’nın ailesi bu köyden ayrılıp, Tahran gibi büyük şehirlere giden ilk jenerasyondandı. Babası bir öğretmen olarak işe başladı. Daha sonra Hukuk fakültesini bitirerek ve bir sınav vererek bir yargıç oldu. Maitreya’nın doğumundan sonra emekli oldu ve özel avukatlık yapmaya başladı. Bundan sonra aile daha fazla refah kazanmaya başladı. Maitreya ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldi.
O’nun doğumundan birkaç ay sonra İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Bu da Budistlerin Maitreya’nın savaşlardan sonra geleceği inancına uymaktadır.
Dünya savaşlarının bitimi herkesle birlikte Maitreya’nın babasına da birçok fırsatlar doğurdu. Bu ailenin refah seviyesinin daha da yükselmesine imkân sundu. Maitreya’nın babası samimi ve dürüst bir adamdı. Bu özelliği diğer kişiler tarafından bilinir ve bu kişiler zenginliklerinin çocuklara ve yetimlere dağıtılması için ona güvenirdi. Babası hiçbir zaman dine eğilimli olduğunu iddia etmemiş olsada onun kendi içinde Yaradan’a karşı derin duyguları vardı. Maitreya ondan güçlülük, azim ve yüksek düşünceler öğrendi.
Maitreya'nın annesi ve babası kuzendiler. Annesinin kraliçe vari bir hayatı vardı. Kışları Tahran’da ve yazları da şehrin sıcağından uzak olmak için köyde geçirirdi. Ve her iki yerde de her zaman hizmetçileri vardı. Saf ve güçlü bir kadındı. Yardımsever hareketleri ve güzelliği ile bütün Teleghan çevresinde tanınırdı. Eşi onu o kadar çok severdi ki onun için her şeyi yapardı.
Maitreya böyle bir ortama doğmuştu. Doğumunun akşamı etrafta büyük bir heyecan olduğu sonradan ona söylenmiştir. Ondan büyük bir erkek üçte kız kardeşi vardı (diğer iki kardeş bebekken ölmüştü). Bütün kız kardeşler annesi yazı ve sonbaharı köyde geçirirken doğmuştu. Erkek kardeşi ise kışın son ayında ailesi Zanjan adında başka bir şehirde yaşarken doğmuştu.
Annesi Maitreya'nın erkek olmasını istiyordu. Ne zaman doğacağını tam bilmediğinden ve köyde doğan bütün çocuklarının kız olduğunu düşünerek o yaz köye gitmemeye karar verdi. Bu yüzden alışık olmadığı halde şehrin sıcağında kaldı ve sıcağa ve hamile olmaya, doğacak çocuğunun kız olmamasını dileyerek dayandı!
Doğumunun gecesi ailede bir kutlama havası hâkimdi. Herkes toplanmıştı ve hikâyeler anlatılıyordu. Herkes sabah 5:00’te doğum haberini alana kadar uyumadı.
Doğduğunda onun nefes almasını sağlamakta güçlük çekilmişti. Öyle gözüküyordu ki sanki o bu dünyaya gelmeyi reddediyordu. Muhtemelen önceki hayatlarında o kadar çok acı çekmişti ki bu hayata geri gelmeye çekiniyordu. Fakat en sonunda onu dışarı çekmeyi başardılar. Veya beklide Yaradan onu dünyaya itti! Ailesi tarafından ona Muhammet ismi verildi (Müslümanlar Mehdi’nin adının Muhammet olmasını beklerler).
Annesinin anlattığı çocukluk hikâyelerinden birisi bebeğe süt getiren bir sütçü hakkındaydı. Bisikletiyle her gün süt getiren bir adam vardı. Bebeğe anne sütünün yanında yardımcı mamada veriliyordu. Fakat Maitreya'nın hayatının ilk kışı o kadar çok kar yağmıştı ki şehirdeki bütün ulaşım durmuştu. Metrelerce kar vardı etrafta.
Maitreya'nın annesinin sütü bebeğe yeterli gelmiyordu ve nasıl süt bulunacağı konusu endişe vermeye başlamıştı. Kimse evi dahi terk edemiyordu, kar o kadar şiddetliydi. İnsanlar bir yerden bir yere gitmek için nerdeyse tüneller açmak zorundaydı. Maitreya’nın annesinin bize anlattığına göre bir gün sonra sütçü kapıda belirivermişti, bisikletiyle değil ama yürüyerek gelmişti. Üşümüş ve titreyen bir halde montunun altında birkaç şişe süt getirmişti, eve ulaşmak için saatlerce kar ile mücadele ettikten sonra. Sütçü bebeğin sütsüz kalmasından endişe etmişti.
Bir başka ilginç durumda Maitreya'nın annesinin hamileyken gördüğü rüyalardı. Bu rüyalardan birinde: Akşam yemeği için hazırlık yapılıyordu ve annesi Maitreya’nın babasına "Ama daha Muhammet Peygamber bizimle akşam yemeği yemek için gelmedi" dediğinde, babası "Merak etme, yakında burada olacaktır!" diye cevap veriyordu.
Başka bir rüyada da annesi kendini bir aslanın üzerinde otururken görmüş. Aslan ufuktan güneş gibi yükseliyormuş. Bir ses ona, "Üzerine bindiğin aslan senin çocuğun" demiş. Maitreya'nın annesi daha sonra Amerika’da oğlunu ziyaret ederken, rüyadaki manzarayla New Mexico’dakinin birbirine benzediğini söylemişti.
Maitreya annesine yakınlaşmaya başlamıştı. Hakikaten de o annesinin en favorisi olmuştu. Gördüğü özel muamele tabiî ki diğer kardeşlerin onu kıskanmasına neden oluyordu. Ama genel olarak onlarda durumu kabul ediyordu, özelliklede ona yakın olmaya başlayan genç kız kardeş (ondan iki yaş daha büyük olan) dışında hepsinin daha büyük olmalarından dolayı. Onların Maitreya ile yarışmaktan başka endişelenecekleri durumları vardı (ondan büyük kardeşlerinden yaşça en yakın olan ikinci ablası ile de aralarında 7 yaş vardı).
Aile genellikle kışları ve baharın ilk zamanlarını şehirde, yazları ve son baharın ilk zamanlarını da köyde geçiriyorlardı. Bu Maitreya’nın hayatına büyük bir denge getirdi. O, şehir hayatına aşina olurken doğa ile de teması kaybetmiyordu. Maitreya’nın büyükbabası hala köyde yaşıyordu. Bu aileye birleştirici güç olarak bir merkez getiriyordu. O tüm aileye oldukça fazla sıcaklık, güçlülük ve disiplin getiriyordu. Ona yüksek seviyede sevgi ve saygı duyuluyordu. Bu nedenden bazen kışları o aile ile birlikte olmak için şehre geliyordu. Maitreya onunda favorisiydi.
Maitreya bağımsızlığını ilan ettiğinde yedi yaşındaydı. Bir gün annesi, bütün anneler gibi, ona annelik yaparken, Maitreya yaşının ona çocuk gibi davranılması zamanını geçtiğini söyledi. Zor bir çocuk olmamasına rağmen oldukça mesafeli ve bağımsızdı.
Örneğin, yedi veya sekiz yaşında iken, yılbaşında insanların gelecek yıl için sağlık ve refah dilemek için ateşin üzerinden atladıkları bir seremoniye katılmayı reddetmişti. Bu büyük ihtimalle Perslilerin Zorastriyan oldukları zamanlardan şimdiki zamana taşınmış bir gelenekti. Maitreya bunun saçma olduğunu ve hiçbir amacının olmadığını ilan etmişti. Bundan sonra kimse ona karışmamış ve onu yalnız bırakmıştı.
Fiziksel ve zihinsel gelişmesinin doruklarına lisede ergenlik çağında erişmişti. O zamana kadar genellikle evde ve kendisinin küçük dünyasında aile ve bazı arkadaşlarıyla kalırdı. Fakat lisede (7inci sınıftan sonra başlayan) sporlarla ilgilenmeye başladı (futbol, basketbol, tenis, kayak vb.). Ruhani özlemi ve sorularına cevap bulamamak ile bunalmaya başlaması da aynı döneme rastladı. En sonunda “Eğer bana Tanrı’yı gösterirseniz, o zaman O’nu kabul ederim. Eğer bana gösteremezseniz, o zaman ben göremediğim bir şeye inanamam” dediği bir noktaya erişti.
Tabiî ki, kimse ona Tanrı’yı gösteremedi! Tanrı orada yukarıda bir yerde olan bir şeydi. Kimsenin ona bir bağlantısı yoktu. Herkes Tanrı’nın oldukça erişilmez bir şey olduğunu söylüyordu. Maitreya büyük ihtimalle oldukça fazla bilimsel bir akla sahipti ve Tanrı’yı kendisi görmek istiyordu.
Sonra Maitreya “Görünmeyen bir şeye inanılamaz” diyen diyalektik materyalizmi buldu. Böylece en sonunda “her şey sadece doğa, sırf şans, gerçekte Ruh diye bir şey yok. Biz tamamen şansa olmuşuz. Tanrı yoktur” dediği bir noktaya gelmişti. Ve böylece Maitreya’nın vardığı sonuç evrim teorisi ve diyalektik materyalizm üzerinden oluşmuştu. Tanrıyı tamamen reddetmişti.
O bir ateist olmuştu diyebiliriz ve bununla da rahat idi. Bunlar hakkında daha fazla düşünmüyordu. Okula giden, ödevlerini yapan, notlarını alan, eğer mümkünse ailesini mutlu etmeye çalışan bir öğrenciydi. Ailesi “Yol budur. Gider dereceni alırsın, eğitimini tamamlar ve sonra bir işe girersin, evlenir, çocuk edinirsin. Sonra toplumun üretken bir üyesi olursun vb.” diyordu. Sanırım hepimiz bu düzeneğin nasıl olduğunu biliyoruz. Sizin için çoktan düzenek kurulmuştur.
Bu trend Maitreya üniversiteye girip İşletme dalında lisans eğitimini bitirene kadar devam etti. Üniversitede ayrıca jimnastikle ilgilenmeye başladı. Üniversiteden sonra iki yıl askerlik yaptı. Bütün bunlar genel olarak sorunsuz ve rahatça geçmişti. Askerliğini bitirdikten bir yıl sonra Maitreya’nın yüksek eğitim almak üzere Amerika’ya gitmesi için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.
Üniversiteyi bitirmiş ve diplomasını almıştı. Amerika'ya mastır ve doktorasını yapmak için gelmişti. Amerika'ya sadece eğitim alıp geri dönmek için geldiğini düşünüyordu.
Fakat Amerika’ya geldiğinde, hayret verici bir şekilde, gitmeyi niyet etmediği yönlere doğru itilmeye ve çekilmeye başladı. İşte bundan sonra hayatının en önemli sayfası açılmaya başladı. Kudretli bir El ile, o bir kavramaya ve Yaradan’ın Plan’ının Vahiy’ine doğru yönlendirildi.
Belirtmeliyiz ki Maitreya uçakta Amerika’ya gelirken oldukça bulutlu bir gündü. Bütün yol boyunca hava bulutluydu. Bu onu üzmüştü çünkü o camdan okyanusu ve aşağıyı görmek istiyordu fakat bulutlar tüm dünyayı sarmıştı, öyle gözüküyordu!
Amerika'ya ilk geldiğinde, birkaç ruhani deneyim yaşadı. Ayrıca ilk defa hayatın zorluğunu tecrübe ediyordu. Maitreya ayrımı fark etmeye, başka bir kültürde yabancı olmayı ve “benim” ve “senin” konseptlerine ilişkin bütün problemleri hissetmeye başladı.
Bütün bu olaylar onun önceden bildiği barışçıl ve sevgi dolu dünyayı paramparça etti. Bu ona yeni bir boyut açtı. Ne olduğunu anlayamamasına rağmen, dünyası yıkılıyormuş gibi hissetti ve Kudretli bir El ile hayatı da bu süreç içerisinde değişiyordu.
Pensilvanya Scranton’da okuldaydı ama eğitimine devam etmeye olan ilgisini kaybetmişti. Hala eğitimini bitirmeyi düşünmekteydi. Fakat ders çalışmaktansa bu yeni gelişmeler hakkında düşünmek için daha fazla vakit istiyordu.
Bu nedenden bir otelde çalışmaya başladı. Orada sonradan ev arkadaşı olan biriyle tanıştı. Bu kişi oldukça iyi bir adamdı ve oldukça fazla sevgisi varmış gibi görünüyordu. Meditasyon yapardı. Bunu bir battaniyenin altına girip orada uzun zaman kalarak yapardı, ve bazen orada uykuya dalardı. Maitreya battaniyenin altında neler yaptığını göremiyordu. Maitreya onunla konuşmak istiyordu ama arkadaşı orada uykuya dalıyordu genellikle. Maitreya bu adam deli diye düşünmüştü.
Ama arkadaşı oldukça mutluydu. Gerçekten çok mutluydu. Battaniyenin altından çıktığında, çok güzel bir kişi oluyordu. Maitreya onu gerçekten sevmişti ve onun tarafından meraklandırılmıştı.
Maitreya sözlükte meditasyon kelimesinin anlamına baktı. Bu meditasyon kelimesi ne anlama geliyordu? Sözlük meditasyonun “düşünmek” anlamına geldiğini söylemişti. O da “bende bunu yapabilirim” dedi. “Eğer arkadaşım battaniyenin altına girip, düşünüp sonra dışarı sevgi dolu iyi biri olarak çıkabiliyorsa bende bunu yapabilirim.”
Böylece Maitreya bir battaniyenin altına girdi ve düşünmeye başladı. Battaniyenin altında beş dakikadan sonra “burası sıcak olmaya başladı, nefes alamıyorum” diye düşünmeye başladı. On dakika sonra, çırpınmaya başlamıştı “off, burası gerçekten havasız olmaya başladı”. On beş dakika sonra “unut gitsin, bu adam deli, buna hiç şüphe yok” demişti. Ve bu işin sonu oldu. Maitreya “bu adam kesinlikle deli” kararına varmıştı.
O yaz, birkaç ay sonra, Maitreya okula geri döndü ve bir iki ders aldı. Bir yurtta kalıyordu ve kafeteryada yemek yiyordu. Doğu Hindistanlı Satish ismindeki, ki bu ismin “Doğru” anlamına geldiğini sonradan öğrenmişti, küçük arkadaşı ile karşılaştığı yer burasıydı. Satish’in oldukça fazla enerjisi vardı. Hayli dinamik bir kişiydi. Enerji ile ışıldıyordu. Maitreya zamanla onu hayli sevmişti. Konuşmaları esnasında onunda aynı yurtta kaldığını öğrenmişti.
Bir gün Maitreya, "Sen baya enerjik görünüyorsun, nasıl oluyor bu?” deyince, Satish “Meditasyon yaparımda ondan” dedi. Maitreya “Hmm, şu çatlaklardan bi tane daha” diye düşündü. “Battaniyenin altına mı giriyorsun?” diye sordu. Satish gülerek “Yok yok, o şekilde değil” dedi. Maitreya “Aa, düşünmenin ve meditasyonun başka bir şeklide var mı?” diye sordu.
Ve Satish meditasyon hakkında konuşmaya başladı. Maitreya’ya üyesi olduğu Ananda Marga organizasyonundan bahsetmeye başladı vb. Kısaca mantranın ve meditasyonun ne olduğunu açıkladı. Maitreya onun dediklerini tam olarak kavrayamamıştı ama ona oldukça fazla anlamlı geliyordu.
Daha sonra, birbirlerini daha iyi tanımaya başlayınca, Maitreya Satish’in odasına gittiğinde Satish ona Ananda Marga’nın faaliyetlerinden bahseden bir broşür gösterdi. Organizasyonun bazı yönlerini anlattı ve Maitreya’ya işaretlerini gösterdi. Maitreya svastika işaretini gördüğünde, Satish’e Nazi olup olmadığını sordu. Sonra Satish ona svastikanın Hitler’in kullandığı gibi olmadığını ama aslında yüksek bilinci simgeleyen çok eski bir işaret olduğunu açıkladı. Ona ayrıca felsefelerinin de bir kısmını anlattı fakat o zaman Maitreya daha çok meditasyonla ilgiliydi. Öyle gözüküyordu ki karşılaştığı meditasyon yapan herkes mutlu ve enerji dolu idi. O da bu insanları böyle neşeli yapan bu sanatı öğrenmek istiyordu!
Birkaç ay sonra Satish Maitreya’ya Ananda Marga’dan bir öğretmenin, bir Achareya olan, ders vermek için kampüse geleceğini söyledi. Bir Achareya hayatını meditasyona ve bunu başkalarına öğretmeye adamış bir kişidir. Bu öğretmen Filipinlerdendi.
Maitreya’nın bu ülkeye geldiği iki yıl kadar olmuştu ve Amerikan aksanını anlamakta hala güçlük çekiyordu. Bunun sebebi onun İngiliz İngilizcesi öğrenmiş olmasıydı. Amerika'ya gelirken, Londra’da durmuştu ve orada televizyonu anlamak oldukça kolay olmuştu. Hemen hemen söylenenlerin %60 – 70’ini anlayabilmişti.
Sonra New York’a vardığında, New York aksanı ile ona “How are you doing?” dediklerinde Maitreya ancak “Ne (What)” diyebilmişti. Konuşma şekilleri onu tamamen şaşırtmıştı. Tamamen farklı bir dünyaydı sanki burası. Söylediklerinin ancak %10-15’ini anlayabilmişti.
İşte, kişi okula gittiğinde insanlarla iletişimden çok kitaplardan çalışıyor. İnsanlar ile fazla kontağı olmuyor. Oturup profesörü dinliyorsunuz ve oda sizin alanınıza ilişkin oldukça yüksek seviye teknik bir İngilizce konuşuyor ve sizde kitap okuyorsunuz vb. Günlük konuşma dilinde pek fazla kontağınız olmuyor. Profesörü anlıyorsunuz ama aslında dili tam olarak bilmiyorsunuz. Bir yabancı dili hakikaten öğrenmek için o dili konuşanlar ile yaşamanız gerekiyor.
Her neyse, iki yıl geçmiş olmasına rağmen Maitreya hala İngilizceyi tam olarak anlıyor denemezdi. Sonra bu Filipinli kişi ağır Filipin aksanıyla karşına çıktı. Hiç bir Filipinli kişinin İngilizce konuşmasını duydunuz mu? Anlaması biraz zor olabilir. Amerikalılar bile bir Filipinliyi anlamakta problem yaşayabilir.
Bu yüzden Maitreya Achareya’nın söylediklerinden bir kelime bile anlamamıştı. [gülüşme oluyor]. Maitreya’nın tek anladığı öğretmenin daha sonra soru sormak için müsait olacağı idi. Ve öğretmen bir odaya gitti.
Maitreya Satish’e, "Benim birkaç sorum var" dedi ve Satish de ona ayakkabılarını çıkarıp Achareya’nın bulunduğu odaya gidebileceğini, “Namaskar” (bir Hindu selamı) dedikten sonra onun önünde bağdaş kurarak oturup sorusunu sorabileceğini söyledi. Maitreya “Harika, bende öyle yaparım” dedi.
Böylece Maitreya odaya gitti ve “Namaskar” dedikten sonra öğretmenin önüne oturdu. Achareya’nın gözleri kapalıydı ve o meditasyon yapıyordu. Maitreya sessizce oturdu, öğretmenin gözlerini açmasını bekliyordu ki böylece sorusunu sorabilsindi. Achareya öyle bir barış hali içerisindeydi ki yüzü ışıldıyordu. Bu hali Maitreya’ya oldukça çekici gelmişti.
Sonra hala gözleri kapalı şekilde Achareya konuşmaya başladı. Sonra Maitreya’yı üyeliğe kabul etti (initiate)! Meditasyon prosesini anlattı ve Maitreya’ya bir mantra ve onun anlamını verdi. “Git bu mantra üzerine meditasyon yap. Bu senin mantran. Git ve meditasyon yap” dedi. Maitreya’nın sorularını sormaya fırsatı bile olmamıştı! Achareya gözlerini açtı, bir kağıda Maitreya’nın mantrasını yazdı ve ona gidip meditasyon yapmasını söyledi. Ayrıca ona günde iki kez meditasyon yapması yönünde talimat da verdi.
Maitreya derse üyeliğe kabul olmak için gelmemişti. Üyeliğe kabulün ne olduğunu veya ne anlama geldiğini bile bilmiyordu. Guru veya Uzak Doğu Felsefeleri hakkında daha önce bir şey bile duymamıştı. Ama bir şekilde bu yöne doğru güçlü bir çekim vardı.
Bundan sonra Maitreya odasına gitti. Archareya ona nasıl meditasyon yapacağını anlatmıştı. O da bu şekilde meditasyon yapmaya başladı. Mantrayı kullanmaya ve anlamı üzerine düşünmeye başladı.
Sonra çok güzel bir şey oldu. O zamana kadar tecrübe ettiği en güzel meditasyondu bu. Kafasından ve vücudundan Işık çıkıyormuş gibi hissetmişti. Gözlerini açtı ve her şey Işık’tı. Yurdun giriş katına indi ve insanları tutup “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” diye soruyordu. Tabi kimse onun neden bahsettiğini anlamıyordu. Bu 15 Ağustos 1974’te meydana geldi.
Eylülde sonbahar dönemi başlayacaktı. Maitreya yurttan taşınmayı düşünüyordu. Satish’in yanına da Scranton’da beraber bir Ananda Marga Merkezi başlatmak için Kaliforniya’dan birisi gelmişti. Onlar beraber bir yer tutup merkezi başlatmak istiyorlardı. Maitreya da yurttan ayrılıp büyük bir eve geçmek ve beklide evi birkaç başka öğrenciyle paylaşmak istiyordu. Bu yüzden, o da bir ev bakmaya başladı.
Aslında, önce o da Satish ve onun arkadaşı ile beraber taşınacaktı. Ama büyük ihtimalle onlar Maitreya’nın onlarla birlikte Merkezde yaşamaya henüz hazır olmadığını düşünmüşlerdi. Satish on beş yıldır meditasyon yapıyordu ve arkadaşı da altı yıldır meditasyon yapıyordu. Maitreya onlara göre yolda daha bir bebekti. Bu yüzden onunla yaşamak istememişlerdi. Bu yüzden kendi başlarına bir eve çıkmaya karar verdiler.
Maitreya etrafta hiç kiralık bir yer var mı diye bakınıyordu. Hiçbir yer bulamamıştı. Sonra yolda yaşlı bir bayan gördü ve ona “buralarda hiç kiralık bir ev biliyor musunuz?” diye sordu. O da “evet, şurada bir ev var, yıllardır boş duruyor. Ev sahipleri kiralar mı bilmiyorum ama git bir sor belki verirler” dedi. Evin yerini Maitreya’ya gösterdi.
Maitreya ev sahiplerinin evini buldu ve kapıyı çaldı. Kapıyı açan kişiye “şu evin boş olduğunu duydum, kiralar mısınız diye merak etmiştim” dedi. Ev sahibi “Hmm, o ev yıllardır boş duruyor, kiralamayı düşünüyorduk ama biraz düşüneyim. Ne işle meşgulsün sen?” dedi. Maitreya da ona öğrenci olduğunu, burada okula gittiğini ve bir ev kiralayıp birkaç diğer öğrenciyle paylaşmak istediğini fakat hiç kiralık ev bulamadığını söyledi.
Ev sahibi “ Tamamdır, sana kiraya veririm evi” dedi. Maitreya evi görebilir miyim deyince de ev sahibi, “dokuz odalı, merkezi ısıtmalı, bodrumu olan bir ev” dedi. Maitreya eve baktı ve “dokuz odalı bir ev en az beş yüz, altı yüz dolardır bu şimdi” diye düşündü. “Ne kadar istiyorsunuz?” diye sordu. Ev sahibi “ayda yetmiş beş dolar” dedi [gülüşme].
Maitreya, "Tamam peki" dedi. Dokuz odalı bir ev için ayda 75 dolar istenmesine başka ne diyebilirdi. “Tamam, tutuyorum” dedi.
Maitreya yurttaki odasına geri döndü. Akşamüstü meditasyon yaparken birisi kapıyı çaldı. Satish ve arkadaşı gelmişti. Tutmak istedikleri evin sahibiyle bir problem olmuştu. Ev sahibi evde bir Ananda Marga Merkezi başlatmalarını istememişti. Eve meditasyon yapmak için filan insanlar getirmelerini istememişti. Bu yüzden Scranton’da bir merkez başlatamıyorlardı.
O zaman Maitreya bulduğu evi anlattı. Satish bunu duyunca evi beraber tutup, merkezi orada başlatmayı teklif etti. Maitreya “ama siz benimle yaşamak istememiştiniz” deyince, Satish “şimdi başka seçeneğimiz yok. Başka bir yer tutmaya çalıştık ama hiçbir yer bulamadık. Sanki Scranton daki bütün evler tutulmuş” dedi. Böyle olunca Maitreya evi onlarla paylaşmayı kabul etti.
Evi kiraladılar ve beraber yaşamaya başladılar. Tabi evi tutmadan önce ev sahibine gidip, ne yapacaklarını, eve meditasyon yapmaya başkalarının da geleceğini söylemişlerdi. Ev sahibi ve eşi çok güzel insanlardı. Bunun onlar için bir sorun olmadığını söylemişlerdi. Aslına bakarsanız Maitreya ve arkadaşlarının tuttukları evin tam karşısında altı yedi rahibenin yaşadığı bir ev daha vardı. Yani orada oldukça güzel, kuvvetli bir enerji vardı.
Maitreya şimdi yıllardır meditasyon yapan kişilerle yaşıyordu. Baba’nın öğretileri hakkında konuşmaya başlamışlardı. Baba onların ruhani öğretmenleriydi. Sabahları 4:30 da kalkıp yürüyüşe çıkıyorlardı.
Scranton’ın tepesinde bir göl vardı. Şehrin su kaynağı olan bir göletti bu. Gölün etrafını yürümek bir saat sürüyordu. Buraya gidiyorlardı, ve bir saat yürüdükten sonra yarım saat kadar meditasyon yapıyor ve bir saat yürüyüp eve geri dönüyorlardı. Altı veya dokuz ay boyunca her sabah bu ritüeli yapmışlardı.
Maitreya bu kişilerle yaşarken oldukça yoğun bir ortamdaydı. Oldukça kuvvetli meditasyonlar, yoga ve öğretiler tecrübe ediyor ve aynı zamanda onlarla okula gidiyordu. Satish ve diğerleri ile birçok sohbetler yapmıştı. Guru’nun ne olduğunu ve kimin bir Guru olduğunu vb. anlamaya başlamıştı. Bu felsefeler hakkında konuşmaktan hoşlanıyordu. Böylece çok güzel bir ortam yaratmışlardı. Bu ortam onun yaşam şeklini ve hayatın gerçekleri hakkındaki görüşlerini tamamen değiştirmişti. Daha önceden bilmediği bir gerçekliğe uyandırılmıştı.
O yılın baharında MBA eğitimini tamamlamış ve üç üniversitenin doktora programına kabul edilmişti. Mississippi State Üniversitesine gitmeye karar vermişti çünkü onu koşulsuz kabul etmişlerdi. Diğer üniversiteler Pensilvanya’daydı: Penn State ve Temple Üniversitesi. Eğer orada kalmış olsaydı, şimdiye kadar bulunduğu aynı ortamın içinde kalacaktı.
Fakat Misisipi’ye giderek, Maitreya ortamını tamamen değiştirmek zorunda bırakılmıştı, aynı anlayışa sahip kişilerin arkadaşlığından ve desteğinden uzakta. Misisipi’de aynı organizasyondan başka hiç kimsenin olmadığını öğrendiğinde bu değişimi daha da iyi anlamıştı. Ve Pensilvanya’da oldukça ruhani bir ortamda yaşamış olduğundan, meditasyon yapmayan ve sıradan hayatlar yaşayan kişilerle arkadaşlık etmekten hoşlanımıyordu. İçki, sigara içen, kaba kişilerle anlaşamıyordu.
Bir anda her şey çok zorlaşmıştı. O güvenli ortamdan çıkmıştı ve öyle bir yerdeydiki nerdeyse konuşulan dili (farklı aksan) bile anlamıyordu [Gülüşme]. Aynı doktora programında birkaç kişi vardı ve fazla da sosyal kontak yoktu. Böylece oldukça isole kaldı ve zamanının büyük çoğunluğunu tek başına geçirmeye başladı. Tabi bunların hepsi O’nun Tabiliği ile oluyordu.
Maitreya’nın günlük programı, okula git, yemek ye, uyu, okul kitaplarını oku, Baba’nın (O’nun ruhani öğretmeni, Baba onun sevecen ismidir) kitaplarını oku ve meditasyon yap şeklindeydi. Böylece başkalarının Baba ve felsefeleri hakkında konuşmalarını dinlemek yerine Baba’nın kitaplarını okumaya ve onlara aşina olmaya daha fazla fırsatı olmuştu. Böylece Maitreya başkaları tarafından etkilenmiyor ama onunla direk bir ilişki kurabiliyordu. Beş ay bu böyle sürdü, tamamen çalışma ve meditasyon ile sarmalanmıştı.
Bir sonraki dönem karşılıksız servis yapmak isteği belirdi içinde. Ruhani öğretmeninden kazandığı oldukça fazla bilgiyi yayma arzusu vardı. Bir yoga sınıfı başlatmaya karar verdi. Ayrıca ruhanilikle ilgilenen kişiler bulmak ve arkadaş edinmek istiyordu.
Böylece Maitreya öğrenci birliğinde bu işlerle ilgilenen yetkili ile konuşmaya gitti. Bu kişi bu durumdan oldukça memnun kalmıştı ve hatta ona saatine 2 dolar ödemeyi teklif etmişti. Fakat Maitreya bunu bir hizmet/servis olarak yapmak istediğinden parayı kabul etmedi. Bunun yerine sınıf için gerekli reklamı kendilerinin yapmalarını onlardan rica etti.
Maitreya belki beş altı kişi gelir ve eğleniriz diye düşünüyordu. En sonunda iki tanesi bile kalsa bu harika olacaktı, öyle bile olsa iki tane arkadaşı olurdu ve konuşmayı çok sevdiği, Tanrı, meditasyon vb. gibi konularda konuşabilirlerdi.
Herneyse, reklam verilmişti ve sınıf başladı. Sınıf pazartesi aksamüstleri 20,25 kişilik bir odada 7:30’dan 9:00’a kadar olacaktı.
Sınıfın ilk günü, Maitreya odaya geldiğinde içerisinin çok kalabalık olduğunu gördü. Yanlış odada olmalıyım diye düşündü. Bu oda olamazdı, burası çok kalabalıktı. Aşağıya indi ve resepsiyona doğru odaya gidip gitmediğini sordu ve doğru odaya gitmiş olduğunu öğrendi. Tekrar yukarı çıktı ve içeri tekrar baktı. İçeride sınıfın başlamasını bekleyen 50-60-70-80 kişi vardı. [gülüşme]. Tıklım tıklımdı. Bütün sandalyeler doluydu, hatta insanlar yerlere oturmuş, kimileri yer olmadığından ayakta dikiliyordu, ve hala gelenler de vardı.
Maitreya, "Bu bir şaka olsa gerek, 80 kişinin önünde yoga hakkında İngilizce konuşamam ki [gülüşme]. Daha İngilizce konuşamıyorum doğru düzgün. Seksen kişi!” Paniklemişti ve koşarak aşağıya indi [gülüşme].
Maitreya bir sandalyeye oturdu ve “bunu yapamayacağım” diye düşündü. Gözlerini kapadı. Meditasyon yapmaya başladı. Ama “birisi bunu yapmalı. Bu insanlara böyle bir sınıf olacağına söz verdin” diyordu. “Tanrım, bunu benim için Sen yapmalısın” dedi sonra.
Bir enstürman gibi, Maitreya yukarı çıktı ve sınıfa girdi. Kapıyı kapattı ve yoga ve meditasyon hakkında konuşmaya başladı. Müthiş bir deneyimdi! Her şey Işık olmuştu. Bütün sınıf bu dünyadan değil gibiydi. Neşe ve barış ile doluydu. Herkes beraberdi. O zaman gerçekten çok iyi, güzel, hoş hissetti. Bütün seksen kişi onunla birlik idi. Yükselmişti, rahatlamıştı, her şey daha parlak ve daha güzel gözüküyordu. İngilizcesi bile daha iyiydi. Bu duyguyu çok sevmişti. O zaman Maitreya sınıfa devam edeceğini anlamıştı.
Sınıfı her biri yaklaşık 40 kişilik iki ayrı sınıfa ayırdı, birisi pazartesileri ve diğeride çarşambaları olarak. Dönem ilerledikçe bu sınıflardaki geçirdiği dört saat, haftasının en neşeli ve derin saatleri oluyordu. Derse gitmeden önce ne hakkında konuşacağını belirliyordu. Ama sonra sınıfa gidince genelde önceden düşündüğü hiçbir konu hakkında konuşmuyordu [gülüşme]. Tamamen farklı konular ağzından çıkıyordu. Bunlar üzerine meditasyon yapıyordu ve harika bir şey ortaya çıkıyordu ve herkes konuşulanların inceliğine hayran kalıyordu.
İki aydan sonra Maitreya Ananda Marga organizasyonunun Atlanta’dan bir öğretmeninin gelip üye olmak istiyenleri üyeliğe kabul etmesi için davet etti. On üç kişi üyeliğe kabul edilmişti, ki bu sadece iki aydır devam eden bir sınıf için oldukça fazla bir sayıydı. Genelde sınıflar on onbeş kişilik olurdu ve bir iki kişi üyeliğe kabul edilirdi. Bu yüzden on üç kişi kabul edildiğinde, bu Ananda Marga’da yankılanmıştı, “Pensilvanyada ki Muhammet, Missisipiye gitmiş ve iki üç ay sınıfa devam ettikten sonra on üç kişinin üyeliğe kabul olmasına yardımcı olmuş” diye. Bu yüzden Maitreya Ananda Marga’da (AM) bir anda ünlü oldu. AM’de birçok insan onun kim olduğunu, ne yaptığını vb. biliyordu.
Maitreya sonra altı ay bir eğitim programı görmüş ve organizasyon için full-time çalışan birinin gelmesini organizasyondan istedi. Böyle bir kişinin Misisipiye verilmesini istedi ki böylece burada bir Merkez kurulmasında ona yardımcı olabilsindi.
Ve bu sömestir bitti, sonradan Maitreya o dönemin hayatının en güzel zamanlarından birisi olduğunu söyledi. Hemen hemen her zaman Yaradansal-yüksekti, “Çok müthis bir duyguydu!”.
O yaz İran’a gidip ailesini üç yıl aradan sonra ziyaret etmeye karar verdi. Fakat oraya vardığında kendi evinde bir yabancı gibi hissetmişti. Her şey ve herkes farklı gelmişti. Tabi Maitreya şimdi bir yogi idi. Herkese yoga ve bu şeyler hakkındaki öğretilerden bahsetmeye başladı ama kimse onu anlamıyordu.
Maitreya artık oraya ait değilmiş gibi hissediyordu. Öğretilerini ve ruhani arkadaşlarını özlemişti ve geri dönmeye karar verdi. “Artık buradan değilim. Onlar artık benim ailem değil, onları anlayamıyorum. Sanki başka bir yerden gibiler, değişik bir bilinçten.” Tek istediği Ananda Marga’ya, arkadaşlarına ve birlikte daha rahat ettiği, meditasyon yaptığı ve Tanrı hakkında konuştuğu ruhani insanların yanına dönmekti.
Böylece Amerikaya geri döndü ve eğitimine devam etti. Tabi döndüğünde Ananda Marga çoktan onunla çalışması için full-time birini yollamıştı. Maitreya’nın dersleri ve öğrenci işleri vardı ve bu yüzden on üç kişi ile tek başına ilgilenemezdi.
Bunlar olmadan önce, sınıfa gelen kişiler arasında bir hipi grubu vardı. Bu grup bir gün Maitreya’ya gelip onu onlarla beraber yaşamaya onların ruhani öğretmeni olmaya davet etti [gülüşme]. Maitreya’nın ilk dediği “Herkes herkesle ortalıkta seks yok ama tamam mı?” oldu. Onlarda “Ne! Yapma ama, bunu bizden isteme” demişlerdi. [gülüşme] Onları serbest bırakıtığı sürece Maitreya’ya her kimi isterse onu ona verebileceklerini söylemişlerdi. Maitreya ise “yok, bu işler öyle olmaz” dedi. Ve onlarda geri çekildiler.
O sene, Ananda Marga’nın Kansas’ta bir haftalık eğitimi vardı. Bu organizasyondaki kişilerin Sanskrit bir ruhani isim talep etmesi geleneği vardı. Maitreya da iki senedir bu organizasyondaydı ve daha önce hiçbir ruhani isme ihtiyaç duymamasına rağmen bu gezide onun Achareyasından bir isim istemeye karar verdi.
Fakat bu Achareya organizasyonun Uluslararası Koordinatörü olduğundan oldukça meşgul bir kişiydi. Bu yüzden o Maitreya’nın isimini ondan ruhani isim talep etmiş olanların listesine ekledi ve ona şimdi çok meşgul olduğunu ama ona bir isim yollayacağını söyledi. Maitreya “tamam ben beklerim” dedi.
Tabi, ruhani isim talep etmiş olanların çoğu isimlerini hemen almıştı. Ishavara, Krishna veya Shivamurtti veya bunun gibi büyük isimleri vardı.
Eğitim bitti ve Maitreya eve döndü. Bir ay geçti, iki ay geçti ama isim gelmiyordu.
Maitreya bu eğitimden o kadar hoşlanmıştı ki, Denvır’a gidip organizasyon için full-time çalışan biri olmaya karar vermişti. Öyle gözüküyordu ki git gide ruhani dünyayı dış dünyadan daha fazla çekici buluyordu. Fakat Misisipiye geri döndüğünde, işlerin bu kadar kolay olmayacağı belli olmaya başladı.
İlk önce, okulu bırakması gerekiyordu. İkincisi, okulu bırakmaya karar vermiş olmasına rağmen, bulunduğu yeri terk edemiyecekmiş gibi gözüküyordu. Maitreya eşyalarını arabaya yerleştirmişti, gitmeye hazırdı ama araba çalışmamakta kararlıydı. Birkaç gün sonra “tamam gitmeyeceğim” dediğinden birkaç saat sonra araba sorunsuz bir şekilde çalışmıştı.
Ertesi gün tekrar gitmeye karar verdi, batıl inançlı gibi davrandığını düşünmüştü. Bu yüzden arabasın evin arkasına getirdi ve eşyalarını tekrar yükledi. Fakat oldukça fazla yağmur yağıyordu ve araba çamura saplanmıştı. Öyle görünüyordu ki evden ayrılamayacaktı.
Birkaç gün sonra tekrar denemeye karar verdi. Dışarı çıktığında arabasını bir çukurua düşmüş buldu! En sonunda bütün bunların gitmemesi için işaretler olduğuna karar verdi. Eğitim merkezine bir mektup yollayarak durumu anlattı ve gelmeyeceğini bildirdi.
Maitreya hala ruhani ismini almamıştı, bu yüzden bir mektup yollayıp tekrar talepte bulundu. Bir hafta kadar sonra Misisipidekiler için bir eğitim vardı. Orada Atlanta’dan üç ayda bir buraya gelen ve değişik AM merkezlerini gezen bir öğretmen, Achareya vardı. Bu kişi Corcia, Alabama, Misisipi ve Luisiana’dan sorumlu idi. Bu eyaletler arasında gelir giderdi. Bu yüzden Maitreya onu önceden tanıyordu. Adı Ruthronat idi. Misisipideki bu eğitime gelmesi için davet edilmişti.
Ruthronat geldi ve Maitreya onu tanıdığından ve ona karşı rahat ve yakın hissettiğinden ona Uluslarararsı Koordinatörden isim istediğini fakat hala alamamış olduğunu anlattı. İki ay olmuştu ve hala cevap almamıştı bu yüzden Maitreya Ruthronat’a “Siz bana bir isim verebilirmisiniz” diye sordu. Ruthronat “peki, bir düşüneyim” dedi. Daha sonrada “tamam sana bir isim vereceğim” dedi.
O gün çarşambaydı. Çarşamba geçti. Perşembe geçti, Cuma günü eğitim alanına gittiler ve hala haber yoktu. O akşam eğitim başladı. Maitreya hala ismini almamış olmaktan dolayı üzgündü “üç gün oldu, ne yapıyor bu böyle, hadi ama” diyordu.
Bu yüzden Cumartesi günü (o günün Sabbath olması ilginç!) uyanır uyanmaz Ruthronat’a gitti ve “benim adım ne, bana bir isim verecekmisin, vermeyecekmisin?” dedi. Ruthronat “tamam, senin ismin Maitreya” dedi. Maitreya bu ismi doğru düzgün söyleyemiyordu bile, bu yüzden Ruthronat ismi bir kâğıda yazdı.
Maitreya, "bunun anlamı ne? Maitreya’nın anlamı ne?" diye sordu. Ruthronat “Merhametli olan anlamına gelir” dedi. Maitreya “peki” dedi ve “peki tamam, benim ismim Maitreya, bu benim ruhani ismim” diyerek yürümeye başladı.
Maitreya “merhametli (compassionate)” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu bu yüzden bir sözlüğe baktı. Sözlükte merhametli olmanın anlamı olarak, insaflı olmak, lütüfkar olmak gibi şeyler yazıyordu. Kulağa pek hoş gelmiyordu [gülüşme]. Bundan pek hoşlanmamıştı.
Diğerlerinin “Shiva’nın statüsü” anlamına gelen Shivamurti veya “evrenin hakimi” anlamına gelen Ishvara Dave gibi isimleri vardı. Bütün bu isimler olmak veya olmaya çalışmak için güzel şeyler gibi görünüyordu. Ama Maitreya, merhametli olan, pek ilginç gözükmüyordu.
Aslında bundan sonra Maitreya’nın Memfis’e gitmesi gerekmişti. Orada bir iki işi vardı. Oraya gittiğinde Ruthronat ta oradaydı. Maitreya ona “seninle konuşmak istiyorum…ben bu ismi pek sevmedim, bunu değiştirmek istiyorum” dedi. Ruthronat ise “hayır bunu yapamam, ben sana o ismi verdim ve bu isim seninle kalacak” dedi. Maitreya “hayır ben bunu istemiyorum” deyincede Ruthronat “ismin bu. Eğer istemiyorsan kullanma. Ama benim sana verdiğim isim bu ve bu isim seninle kalacak” dedi.
Maitreya şimdi geriye baktığında nasılda böyle bir isim olayına takıldığına inanamadığını söylüyor ama tabi ki her şeyin bir sebebi ve her şeyde bir hayır vardır.
Birkaç hafta sonra Maitreya diğer öğretmenden bir mektup aldı ve ona Vigi Kumar ismini vermiş olduğunu öğrendi. Vigi “Genç” anlamına gelir. Kumar da “prens” anlamına. Böylece Vigi Kumar “genç prens” anlamına gelmektedir. Maitreya “Wow, bu daha iyi gözüküyor, Maitreya yerine Vigi Kumar ismini kullanacağım” dedi. [gülüşme] Yani iki ismi de kullanıyordu ve herkese Vigi Kumar ismini daha çok sevdiğini söylüyordu ama nerdeyse hiç istisnasız insanlar Maitreya ismini Vigi Kumar’ın yerine kabul etmesini çünkü merhametli olmanın kendinin genç bir prens olduğunu düşünmekten daha büyük bir erdem olduğunu söylüyordu.
Bu ilkbahar sömestiriydi. Maitreya haziranda derslerini bitirmişti ve yazın alabileceği hiçbir ders yoktu. Ananda Marga’nın ana merkezi Denvır, Kolorado’daydı. Golden Lotus adında bir şirketleri vardı. Şampuan ve bazı başka ürünler yapıyorlardı. Çok güzel bir şampuandı, hala piyasada bile olabilir. Şirketin iş ile ilgili bazı sorunları vardı bu yüzden işletme okuyan birinin gelip işi incelemesini ve bazı önerilerde bulunmasını istiyorlardı. Maitreya’nın o yaz dersi olmadığından yazın ikinci bölümünde neredeyse yapacak hiçbir işi yoktu.
Bu yüzden oda "Ben işletme bölümünde okuyorum, bu problemi çözmeye yardımcı olmak için gelmemi istermisiniz?” diyen bir mektup yolladı merkeze. Ve “Evet gel, buraya gelebilir ve bizimle kalabilirsin ve bize yardım edebilirsin” diyen bir cevap aldı.
Maitreya Denvır’a gitti ve şirketi incelemesine, bir maliyet muhasebe sistemi oluşturması ve genel durum hakkında bir rapor oluşturması kararlaştırıldı.
İşin ilk başından beri oradaki insanların bazılarından bir tepki aldığını hissetmişti. Onun varlığından ve işler hakkındaki sorularından kendilerini tehdit olmuş hissediyorlardı. Fakat o elinden gelenin en iyisini yaptı ve başkana ve Uluslarası Koordinatöre bir rapor verdi.
O bu işlerle uğreşırken insanlar ona “senin ruhani ismin ne?” diyorlardı. O da herkese anlatıyordu “Benim iki adım var. Birisi Maitreya ve diğeri de Vigi Kumar”. İstisnasız herkes “Maitreya’yı kullan” diyordu. O hangisini Maitreya mı yoksa Vigi Kumar’ımı kullanacağına karar vermediğini anlattıkça herkes “Maitreya’yı kullan, Maitreya’yı kullan, Maitreya’yı kullan” diyordu. Kulaklarında çınlıyordu “Maitreya’yı kullan, Maitreya’yı kullan, Maitreya’yı kullan”.
En sonunda, iki ay geçtikten sonra Vigi Kumar ismi yerine Maitreya ismini kullanmaya karar vermişti. Böylece ruhani ismi Maitreya olarak belirlenmiş oluyordu.
Aynı zamanda parası da bitiyordu. Ananda Marga yöneticileri ile konuşup “daha fazla kalmama ihtiyacınız var mı?” diye sordu. Onlarda “evet, senin burada kalmanı isteriz” dediler. Yaptıklarına devam etmesine karar vermişlerdi. Bu yüzden oda “bir daha ki sömerstir gelirim. O zaman ders almam gerekmiyor. Kalan dersleri bir dahaki dönem alabilirim, gelip burada kalırım” demişti.
Fakat işlerin orada nasıl yürüdüğüne ve işlerin nasıl yönetildiğine de uyanmaya başlıyordu. Guru’nun ideolojisi ile işlerin gerçekte yürüyüşü arasında farklılıklar bulmuştu. Ayrıca bu organizasyonda birçok şey hakkında dedikodular çıkıyordu. Bu yüzden durumdan eskisi kadar hoşnut değildi.
Ayrıca kendisinin verdiği önerilerin de reddedildiğini duymuştu. Kendini önerilerine bağlı hissetmiyordu ama bu öneriler iyi önerilerdi. Sağlam önerilerdi, almış olduğu işletme eğitimine dayalıydılar. Ama bu önerileri istememişlerdi. Bu onun şevkini kıran başka bir nokta olmuştu. Ama tek neden bu değildi. Bir sürü şey yanlış gitmeye başlamıştı. Bağlantısının kopmakta olduğunu hissediyordu. Sanki isminin Maitreya olarak belirlenmesinden sonra Ananda Marga ile olan ilişkisi parçalanmaya başlamıştı!
Böylece Maitreya ayrıldı ve Misisipiye döndü ve posta kutusuna baktı. İki aydan sonra posta kutusunda sadece işletme okulunun dekanından gelmiş olan ve “Olabildiğince erken ofisime gel” diyen tek bir mektup vardı. Ertesi sabah dekanın ofisine gitti ve “evet, geldim” dedi.
Dekan "Senin için bir bursumuz var. Ayda 250 dolar alacaksın. Tek yapman gereken haftada on saat profesörlerden biri ile çalışman. Ayrıca okula para vermene de gerek yok. Onu biz karşılayacağız” dedi.
O sırada Ananda Marga ile bağlantısının biraz koptuğunu hissetmekteydi. Şimdi de bu burs ile para problemi çözülmüş olacaktı. Her şey “Geri gitmene gerek yok, burada kalabilir ve eğitimine devam edebilirsin” diyordu.
Böylece Maitreya Dekana biraz düşünmesi gerektiğini söyledi. O da “Peki. Hazır olduğunda gel beni gör. Ama en geç üç gün içinde cevap vermen lazım çünkü bursu istemiyorsan bunu başkasına vermek zorundayız çünkü bu para bize verildi ve bizimde bunu harcamamız gerek” dedi. Onlara para verildiğinde onlarda bunu başkasına vermek zorundaydı, koşul buydu. Bu yüzden dekan Maitreya’ya “Üç gün içinde bursu alıp almayacağını söylemen gerek” demişti. Maitreya da düşünmek için odasına gitti.
Maitreya Ananda Marga’yı aradı ve "Şimdi bu fırsat çıktı ve sanırım bende bunu kabul edeceğim” dedi. Tabiî ki onlar biraz hayal kırıklığına uğramışlardı ama onlarda “Peki” dediler. Bu noktada Ananda Marga ile olan bağı neredeyse tamamen kopmuştu.
Böylece o sonbaharı orada geçirdi. Yıl 1976 idi. Sadece iki dersi vardı ve öğretmeni borsadaki trendleri çalışmasını istemişti. Öğretmeni borsanın trendlerinin her şeyini bilmek istiyordu. Bu yüzden Maitreya’nın tek yapması gereken günde hemen hemen yarım saat harcayıp trendin ne olduğunu görmekti, özellikle Dow Jones’takini.
Maitreya bunun oldukça kolay olduğunu söyler. Akşamları haberleri seyretmesi bile trendi anlaması için yeterli oluyordu. Oldukça kolay bir işti. Böylece bir sürü boş vakti vardı. İki tane dersi vardı, genelde full-time öğrencilerin en az dört dersleri oluyordu.
Bitirme sınavı için çalışmayı ve tezi için bir konu bulmayı planlıyordu. Bu yüzden çalışmak için kütüphaneye gidiyordu. Sıkıldığında ve yapacak bir şeyi olmadığında kütüphanenin ruhani kitap bölümüne gidiyor ve Budizm, Hinduizm, İslam, Hıristiyanlık vb. hakkında değişik kitaplara bakıyordu.
O günlerden birinde bir Budist kitabın sayfalarına bakarken karşısına birden Maitreya ismi çıktı. Kitabı okumaya başladı ve gelmesi beklenen Budha’nın isminin Maitreya olduğunu buldu. Maitreya ismini ilk kez Budizm hakkında bir kitabın içinde buluyordu. Bu oldukça ilginçti ama o zamanlarda kehanetlere inanmıyordu bu yüzden sadece ismini biraz daha sevmeye başladı ve bu ismin çoğunlukla Budizm ile ilişkili olduğunu anladı.
Maitreya, "Peki onu tanıyorlar. Birileri onu tanıyor” diye düşünmüştü [gülüşme]. Gelecek olan Budha olması gerekiyordu “Harika, yani burada bir anlamı var, gelecek olan Budha” demişti. Bu bittikten sonra biraz daha okuyup kitabı kapıyor ve derslerine çalışmaya geri dönüyordu.
Daha sonra, başka bir zaman başka bir kitabı karıştırırken Maitreya isminin Pers bölgesinden Zoroastriyan dinindeki tanrılardan biri olan Mithra’dan gelmesinin olası olduğu çıkmıştı karşısına. Onunda gelmesi, geri dönmesi ve dünyayı birleştirmesi bekleniyordu. Maitreya “Harika, kendi doğduğum millete bile bağlantısı var” demişti. Hala milliyetçilik duygusu vardı içinde “Doğduğum yere bağlantısı var. Ne güzel!” demişti.
Bu da başka bir işaretti. Durmadan karşısına çıkıyordu bunlar. Maitreya ismi hakkında, kim olduğu hakkında ve kim olabileceği hakkında bir sürü bilgi buluyordu. Değişik felsefeler ve dinlerin tarihleri hakkında okuma yapmak da hoşuna gidiyordu.
Bulduğu bu bilgilere fazla dikkat etmiyordu, bunlar tamamen onun gerçekliğinin dışındaydı. Onun gerçekliği okulunu bitirmek ve diplomasını almaktı. Ama aynı zamanda bu kitapları da okumaya başlamıştı.
Maitreya bir odada otururken kapı çalıyordu. Gelen kimdi? Mormonlardı. Beraber oturup Mormon dini hakkında sohbet ediyorlardı. Veya başka bir evde yaşarken ev sahibi kadının gittiği bir kilise vardı. Onuda buraya davet etmişti ve Krayst (Christ) hakkında muhabbet ediyorlar ve İncil’dekileri Maitreya’nın bildiği öğretilerle karşılaştırıyorlardı.
Aynı zamanda bu bilinç dalgası ona gelmeye başlamıştı. Şimdiye kadar sadece Ananda Marga’nın içindeydi. Şimdi ise başka dinleri çalışmaya başlamıştı, İncil hariç diğerlerini. Daha İncil’e dokunmamıştı. Onun hakkında bazı şeyler duymuştu. Kilisede onun hakkında konuşmuşlardı ama neden bahsettiklerini bilmiyordu. İncil’den bazı şeylerden bahsedildiğini biliyordu ama bunların İncil’in hangi bölümünden olduğunu bilmiyordu.
Maitreya ayrıca spor yapar, koşardı. Arada sırada dışarı çıkıp koşmayı severdi. Kampusün etrafında koşardı ve her zaman geçtiği yolun üzerinde bir kilise vardı. Buna pek dikkat etmemişti. Diğer kiliseler gibi bir kiliseydi işte. Her tarafta vardı bunlardan. Ona, sadece başka bir bina olarak gözüküyordu bu.
Bir gün koşarken bu kilisenin önüne geldiğinde o kadar yorgun hissettiki daha fazla devam edemeyeceğim dedi. Bu yüzden “Peki, içeri girip biraz dinleneyim” dedi. Önceden kiliseye gitmiş olduğundan (ev sahibi onu götürmüştü) bir kişinin isterse içeri gidip oturabileceğini biliyordu. Hiç kimse burada ne yapıyorsun demezdi.
Kapı açıktı ve içeri girdi. Işıklar açıktı. Her yerde İncil’ler vardı. O da içeri girdi ve meditasyon yapmaya başladı. Beş dakika sonra biraz daha iyi hissetmeye başlamıştı ve gözlerini açtı. Tam önünde bir İncil vardı. Onu aldı, açtı ve okumaya başladı. “Yaratım 1: Başlangıçta Yaradan cenneti ve dünyayı yarattı,” ve devam etti. Bu evrimdi öyle değil mi? Tam orada Maitreya bunun evrim ile aynı şey olduğunu fark etmişti! Yaratımın açıklamasının nasılda evrim sürecine benzediğine hayran kalmıştı. Tam orada yaratımın her bir gününün evrimin bir devresinden bahsettiğini kavramıştı. Hayatında ilk defa Eski Anlaşma’yı (Ahit) okuyordu. Okumayıda bırakamıyordu.
Bu yüzden kitabı ödünç aldı [gülüşme]. Odasına gitti ve İncil’i okumaya başladı. Maitreya okudu, okudu, okudu ve okudu. Gerçekten, dersler, öğrenciler, öğretmen ve burs bir anda uçup gitmişti aklından. Şimdi İncil zamanıydı [gülüşme].
Okuyor ve okuyordu, Eski Anlaşma ve sonra Yeni Anlaşma. Tabi kendi İncil’ini almış ve kiliseden ödünç aldığı İncil’ide geri götürmüştü. “Teşekkür ederim. Birkaç gün okumam iyi oldu” demişti.
Aslında, o zaman aldığı İncil hala duruyor. İncil’i okumaya başladı, notlar alıyor ve bağlantıları görüyordu. Olay buydu. Tamamen işin içine girmişti.
Sonra Maitreya, "Eğer İncil böyle ise, Kuran’ıda okumaya başlasam iyi olur " diye düşünmüştü. Daha önce Kuran’ı okumamıştı. Müslüman bir ülkede doğmuş ve yaşamıştı ama o zaman bunlarla ilgili değildi. Tanrı ile pek ilgilenmiyordu, kimin umrundaydı İncil ya da Kuran?
Şimdi Kuran’ı okumuştu. Bütün bunlar, okumak ve görmek için oldukça ilginçti. İçinde hep aralarında bir bağlantı olmalı duygusu vardı. Kampuste İran’dan birkaç Bahai vardı ve böylece Bahilerle konuşmaya ve onlarla biraz ilgilenmeye başlamıştı ama çok fazla değil. Ananda Marga’yı zaten biliyordu. Ve ayrıca Mormonlularla ve kampuse gelip öğrencilerle konuşan başka gruplarla da konuşuyordu.
Bütün bu inançlar arasında bir bağ olmalı diye güçlü bir his geliyordu içine. Hayatında ilk defa bu kitaplar ona çekici geliyordu. Bu Vahiyler arasında bir fark olduğuna inanamıyordu. Eğer tek Bir Tanrı varsa, neden bu kadar çok Vahiy vardı? İlişkiyi tam olarak kavrayamıyordu ama önsezisel olarak aralarında bir bağlantı olması gerektiğini biliyordu. İçlerindeki doğruları ve Ananda Marga’nın öğretileri ile bağlantılarını buldukça kendini çaresiz bir halde bu kitapları okurken ve tekrar ve tekrar onları incelerken bulmuştu.
Çok fazla yeni bilgi gelmeye başlamıştı ona. Maitreya tamamen ona verilmekte olan yeni bilinç dalgası ile mesgul hale gelmişti. Sömerstri bitirmekte zorluk çekiyordu çünkü derslerine pek fazla çalışmıyordu.
Örneğin, bir gün derste otururken profesör organizasyonda yukarı dönük üçgen ile temsil edilen yönetim hakkında konuşuyordu. Öğretmen başkan, yardımcı başkan, departman başkanları vb. ve yukarı dönük üçgen hakkında konuşuyordu. Maitreya “Hmm, yukarı dönük üçgen hiyerarşi anlamına geliyor o zaman, organizasyondaki hiyerarşi” diye düşünüyordu. Süleyman’ın işaretindeki yukarı dönük üçgen de belki aynı anlama geliyordu! O zaman aşağı dönük üçgen ne anlama geliyordu? Maitreya sınıfı unutmuştu, Süleyman’ın işareti ve Yahudi sembolünü düşünüyordu.
Yani dersleri unutmuştu. Profesör yönetim hakkında konuşuyordu, Maitreya ise Tanrı ve O’nun bununla ilgisi hakkında düşünüyordu. Artık sınfta değildi. Bu sınıflara ait değildi bundan böyle. Bu oldukça kuvvetli bilinç dalgası ona veriliyordu.
Maitreya o dönemki derslerinden zor geçtiğini söyler. Aslında o dönem aldığı notlar okulda aldığı en düşük notlardı. Tabiî bunları dengeleyecek başka yüksek notları olması onun şansı idi. Çünkü bitirme sınavını geçip doktora belgesini alabilmek için “B” ortalamaya ihtiyacı vardı. Daha önceden aldığı “A”lar ortalamasının “B” gelmesini sağladı o dönem iki “C” almış olmasına rağmen. Fakat sınava çalışmakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden bitirme sınavına tam hazır değildi.
Okulu bitirdiğinde Ocak ayının başıydı ve ayın 17’si gibi sınava girmesi gerekiyordu. Çalışması gerekiyordu ama çalışamıyordu, aklında hep başka şeyler vardı. Böylece sınavı veremedi ama aslında pekte umurunda değildi.
Şimdi Maitreya Uzak Doğu Felsefeleri, Musevilik, Hıristiyanlık, İslamiyet, biraz Bahailik ve Ananda Marga hakkında bilgiye sahipti. Ve hala ruhanilik hakkında kitaplar, İncil veya bunlara ilişkin şeyler okumaya, kiliselere gidip pederlerle konuşmaya ilgi duyuyordu. Daha sonra Misisipi’deki kiliselere gitmeye ve oradakilerle kendi anladığı kadarıyla Tanrı hakkında konuşmaya başlamıştı.
Bu konuşmalarda bir müddet geçtikten sonra karşısındakiler "Ne" diyordu. Maitreya’nın söyledikleri onlara korkutucu geliyordu, sanki onlara sunduğu doğru o kadar çarpıcıydıki bununla ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Bahar sömestirinde ders almıyordu ama profesörü ile haftada 10 saatlik çalışması devam ediyordu. Bu yüzden sınav, ödev kaygısı olmadan elinde bir sürü boş vakti vardı. Bütün boş vaktini Kutsal Kitapları okuyarak ve onlar hakkında düşünerek geçiriyordu. Bütün olanlardan oldukça yorulduğunda ve bıkkınlaştığında Şubat’ın sonu olmuştu.
Böylece Şikago’daki kuzenini ziyarete gitmeye karar verdi. Onlarla bir hafta kalmayı planlamıştı. Bir müddet her şeyi unutayım ve bütün bu şeylerden biraz uzaklaşayım sonra Misisipiye döner ve bütün gücümü bitirme sınavını tekrar alıp geçmeye yoğunlaştırırım diye düşünmüştü.
Maitreya'nın kuzeni ve eşi doktordurlar. O zamanlarda Şikago’da yaşıyorlardı. Beş altı yıl kadar olmuştu birbirlerini görmedikleri. Böylece onları aradı ve “Gelip bir hafta sizinle kalmama ne dersiniz?” dedi. Onlarda “Tabi, gel, gel. Gelmen çok hoşumuza gider” dediler.
Maitreya arabasına atladı ve Şikago’ya doğru sürmeye başladı. Missisipiden Şikago'ya gitmek nerdeyse dümdüz kuzeye gitmek gibidir, tam değil ama nerdeyse. Üç gün sonra oraya varmıştı. Oturup konuştular ve özlem giderdiler. Birkaç saat sonra ona “Yarın ne yapmak istersin” diye sormuştular. Her ikisininde işe gitmesi gerekiyordu ama kuzeninin eşi ertesi gün için izin almıştı. Haftanın geri kalanında ikisininde çalışması gerekiyordu.
Kuzeninin eşi "Ben yarın izinliyim, ne yapmak istersin? Bahai tapınağının görmeye gitmeye ne dersin?” diye sorunca Maitreya, "Tamam, peki, olabilir" demişti. Maitreya Bahai İnancı hakkında biraz bir şeyler okumuştu ama daha önce hiç Bahai Tapınağı görmemişti. Sabah 9:30, 10 gibi kalktılar. Çocukları da alıp (kuzeninin iki tane oğlu vardı) Bahai Tapınağına gittiler.
Baha'i Tapınağı bir sokağın kenarında inşa edilmişti. Bu yüzden kaldırımın kenarına park ettiler ve Tapınağa doğru yürümeye başladılar. Tapınağa çıkmak için basamaklar vardı. Basamakların en üstüne çıkana kadar Tapınak neredeyse hiç gözükmüyordu.
Böylece onlarda basamakları çıktılar ve oda neydi, harika beyaz bir Tapınak vardı orada. Ve bir svastika, Davut’un Yıldızı (Musevilik), haç (Hıristiyanlık), ay ve yıldız (İslam) ve Bahai sembolü tapınağın üzerine oyulmuştu. Maitreya duvarda bütün bu işaretleri gördüğünde kafasında bir flaş patladı. Bir anda hepsinin ilişkisini kavramıştı. Bu onun aklına verilmeye başlamıştı, bütün semboller. Bu bütün En Ulu İşaret’in oluşmaya başladığı yerdir.
Böylece bu biliç durumundan çıkmamış hatta aslında bu hali daha da kuvvetlenmişti. Şimdi daha önceden buldukları aklından yavaş yavaş geçiyor ve ona daha da kuvvetlice veriliyordu.
Kuzeninin eşi ona bu yerin şöyle ve böyle olduğundan bahsediyordu. Maitreya ise tamamen kopmuştu. Turun bitmesini bile zor bekledi ve “hadi eve dönelim” dedi.
Eve döndüklerinde, arabasını aldı ve Bahai Tapınağına tek başına geri döndü. Tapınağın alt katına indi ve orada bulunan bütün kitaplardan aldı, Bahailer ve dinleri hakkındaki bütün kitaplardan.
Sonra Maitreya eve geri döndü ve odasına giderek aldığı kitapları okumaya başladı. Bahai Tapınağına birkaç kez daha gitti sonra. Tapınaktaki işaretler ile Ananda Marga’nın işaretini boş bir sayfaya çizmeya başladı. Svastikaya en üste çizdi, sonra Süleyman’ın işaretini, Hıristiyanlığınkini, İslamınkini ve Bahai İnancınınkini yukarıdan aşağıya sıraladı. “Burada bir şey var, burada bir ilişki var, aralarında bir bağ var” diyordu. Bunu yaptıktan sonra Ananda Marga’nın işaretinide, altıncı mühür, bunlara ekledi. Şimdi altı tane işareti vardı. Ama biliyordu ki Tanrı’nın sayısı 7 idi, bu yüzden en aşağıya bir tane daha svastika koydu. Şimdi şu ilk svastika ile son svastika bir şekilde buluşsa diye düşünüyordu!
Lisedeki en favori dersi geometri olduğundan Maitreya biliyordu ki bir daire kendi yarıçapı tarafından altı kez bölünebilirdi. Böylece bir daire çizdi ve bunu yarıçapı ile altı kez böldü. Git gide En Ulu İşaret’e doğru evrimleşiyordu çizdikleri.
Ananda Marga felsefesini söylediği gibi Svastika Tanrıbaştır, bütün her şeyin gelmiş olduğu Yaratıcıdır () diye düşünüyordu. Sonra İncil’e göre adam başarısız oldu ve böylece Tanrı Seçilmişleri belirledi, yani Süleyman’ın işareti, Museviliğin işareti buradadır (). Bu insanlar adama tekrar yüksek bilince getirmek için seçilmişlerdi ama O’nun ile olan anlaşmalarını korumakta başarısız oldular. Böylece Tanrı Yahudilere onların artık Seçilmişler olmadığını söylemesi için Krayst’ı (Christ) yolladı (). Krayst’tan sonra büyük bir Peygamber geldi, Yahudilerden değil ama yakın bir ırktan, Araplardan gelmişti, Muhammet olarak (). Bundan sonra insanlıkta bir evrenselcilik duygusu yükselmeye başladı ve böylece Bab/Baha’u’llah bu mesajı getirmek için geldi, Bahai İnancı (). Ve Ananda Marga Paravipra konseptini () veya insanlığın Yaradan’a, en sondaki ikinci svastika olan, () dönüşünü hızlandırmak için gerçekliğe evrenselcilik rüyasını getirecek olan toplumun gerçek liderleri kavramını getirmişti.
Bütün bunlar olurken aynı zamanda Maitreya'nın kuzenide onu Playboy Klübüne götürmek için israr ediyordu. Ancak üyelere verilen giriş için bir anahtarları vardı. Kuzeni bununla Maitreya’yı etkilemek istiyordu [gülüşme].
Şimdi Maitreya En Ulu İşaret’in Vahiyinin ve kavranmasının ortasındaydı ve bu hatırlama onun içindeki bütün hayatı ele geçirmişti ve onlar ise onu Playboy Club’a götürmek istiyorlardı.
"Ya gerçekten önemli değil, ben pek gitmek istemiyorum” demişti. Onların duygularını incitmek istemediğinden “Hayır, hadi ama, bırakın şunu, ben oraya gitmek istemiyorum” dememişti. Ama onlar israr etmeye devam ediyorlardı ve o da geçiştirmeye uğraştı “bu akşam olmasın, bu akşam ben size yemek yapacaktım, o yüzden bu akşam olmasın” gibi.
Maitreya o akşam onlar için yemek yaptı. Ertesi akşam “Çocuklar yorgunlar, bu akşam gitmeyelim” diye bahane uydurmuştu. Ama böyle bahaneler uydurmasına onların üzüldüğünüde hissediyordu.
Aynı zamanda buradan ayrılmakta istemiyordu çünkü bütün bunların neyede biteceğini bulmak, görmek için tekrar Bahai Tapınağına gitmek istiyordu. Bu nedenden henüz ayrılmakta istemiyordu.
Orada yaklaşık beş gün kalmıştı. Yapmak istediklerini neredeyse bitirmişti, bütün
Bahai kitaplarını almıştı ve sorularına cevaplar verilmişti.
Cumartesi akşamı kesinlikle Playboy Club’a gidiliyordu, bahane kalmamıştı. Maitreya tamam demişti. Kuzeni ve eşi Cuma akşamı çalışmak zorundaydılar bu yüzden çocukları bakıcıya götürmüşlerdi. Maitreya evde yalnızdı, bu yüzden onlara bir not yazdı “Üniverstede acil bir iş çıkmış, beni aradılar, hemen geri dönmem gerekiyor” [gülüşme]. Notu masada bıraktı, arabasına atladı ve güneye doğru sürdü.
Sadece bu biliç halinden çıkmamış olmakla kalmamıştı, ki böylece derslerine odaklanıp eğitimini bitirebilsindi, ama aynı zamanda şimdi ona düşünmekte olduğu ilişkiler ve En Ulu İşaret hakkında daha da fazla bilgi veriliyordu. Böylece Misisipiye geri döndü ve odasına kapandı. Sonraki aşağı yukarı iki ay En Ulu İşaret’in içine çekilmişti.
Şimdi dinleri daha da derin araştırıyor, çalışıyordu. Önceden onları sadece okuyor ve bu hoşuna gidiyordu. Şimdi ise onları gerçekten Ruh’u ile okuyordu, tamamen içlerine giriyordu, neden Bahai, neden İslam, neden Hıristiyanlık, neden, neden diye sorarak. Ve En Ulu İşaret git gide daha fazla evrimleşmeye başladı.
Böylece semboller dairedeydiler ve svastikadan (), Süleyman’ın Mührüne (), Hıristiyanlığa (), İslamiyete (), Bahai İnancına (), Ananda Marga’ya () ve tekrar svastikaya geri () gidiyordu. Maitreya bir daire çizdi ve bunu altı parçaya böldü ve her işareti bir kesişim noktasına koydu. Sonra işaretlerin üçer tanesini birleştiren iki tane büyük üçgen çizdi. Ve daha sonra bütün bunların ortasına svastikayı koydu böylece En Ulu İşaret neredeyse tamamlanmıştı. Fakat hala I-Ching () ve onun ortasındaki turuncu nokta henüz açığa vurulmamıştı. Bunlar daha sonra 1978’de Maitreya Denvır’da iken ortaya çıktılar.
Aslında, işareti kimseye göstermiyordu. Odasında işaretin üzerinde bir tül vardı. Birisi geldiğinde işaret tül ile kapalı oluyordu ve oturup başka şeylerden bahsediyorlardı. Yaklaşık altı ay böyle geçmişti ve bu sürede işaretle ilgile pek fazla bir şey yapmamıştı. Sadece kendisi ve En Ulu İşaret vardı.
O bahar ve yaz bütün vaktini İşaret üzerinde çalışarak harcadı. Ve hergün git gide İşaret’in ne kadar muhteşem olduğunu daha da fazla kavrıyordu. İşaret’teki dinler ve diğer ilişkili materyaller hakkında daha fazla okumaya başlamıştı. Farkına vardıklarını daha da ilerletmek için bir sebep olmadığı sürece hiçbir şeye ilgi duymadığını fark etmişti.
Sonbahar geldiğinde ona gelmiş olan bütün bu doğruların yanlış olamayacağından ve bu hayat zamanında onun yapması gereken bir görev olduğundan ve ona verilmiş olan isminde bunu desteklediğinden oldukça emindi. Aynı zamanda Maitreya zamanın ve yayılmakta olan sıkıntıların işaretlerini görmeye başlamıştı, hemde sadece bir iki ülkede veya ırkta değil ama tüm dünyada. Bütün bu ipuçlarıyla kendini sadece bir öğrenci olarak düşünemezdi. Tabiî ki bir parçası bu fikir ile mücadele ediyor ve bu zor işi denemeye karşı çıkıyordu.
Son kararı için, Maitreya üniversitenin olduğu Starkville’den 30 mil uzaktaki küçük bir kasabaya taşındı. Kendi başına bir apartman kiraladı. İki ay boyunca yoğun bir araştırma ve kendi başına muhakeme etme işine girişti ve sonra Starkville’e geri taşındı.
En Ulu İşaret o zaman neredeyse tamamen kendi kendini oluşturmuştu. Ama merkezde sadece svastika vardı. Merkezde bir ve dairenin en altındada başka bir svastika vardı.
Şüphesiz, Maitreya svastika’nın kötü ününden biraz rahatsız oluyordu ve bu yüzden sembolizmi üzerine biraz araştırma yaptı. Ve svastikanın dünya üzerindeki en eski sembollerden biri olduğunu ve neredeyse bütün kabilelerin, milletlerin ve bütün mistik dinlerin ve hatta Amerika yerlilerinin bile bu işareti kullanmış olduklarını buldu. Afrikalılarda kullanmışlardı ve ayrıca Asyalılarda kullanmışlardı.
Maitreya oradaki bir vakıfta Edgar Cayce ile sembolism çalışmak için Virginia Beach’e gitti. Virginia Beach’e kadar araba sürdü. Vakfa gitti ve bir sürü kitap aldı ve ayrıca vâkıfın sembolizm üzerine olan kitabınıda aldı. Semolizm ile daha da aşina oldu ve buda İşaret’in ne kadar kuvvetli olduğunu ona bir kez daha gösterdi.
Ama yinede hala "Tanrım, bu ben olamam yanlış adamı buldun. Bunu yapacak ben olamam. Ben buraya sadece eğitim almaya ve sonra geri dönmek için geldim” diyordu.
Aile ne olacak? "Ya beni okula göndermek için bu kadar para, zaman ve enerji harcamış olan zavallı annem babam…”. Aileleri ile çocukları arasındaki ilişki Dogu’da daha kuvvetlidir. Genelde Batıda olduğu gibi “Tamam yeterince param var, kendi evime taşınabilir ve ayrılabilirim” şeklinde değildir. Neredeyse içsel bir şekilde hayatının geri kalan süresi boyunca ailene bağlısındır. Oldukça kuvvetli, yakın bir ilişkidir ve oldukça fazla saygı ve sevgi vardır. Bu tabuları yıkmak oldukça zordur.
Maitreya ders çalışamıyordu. Bir işletme kitabını açmasına imkân yoktu. Açamıyordu. İçinde hiçbir istek yoktu bu yönde. İlgilendiği tek şey En Ulu İşaret ve buna ilişkin olan dinlerdi.
Böylece iki ay sonra "Peki, Tamam, yapacağım" dedi [gülüşme]. Sahip olduğu birçok şeyi dağıttı ve bir kısmınıda sattı. Arabasına atladı ve Denver, Colorado’ya doğru yola çıktı. Bildiği birkaç insanın olduğu tek yer burasıydı. Bir şekilde buraya gitmesi gerektiği ona söyleniyordu, sanki hayatının amacı onun için çok önceden planlanmış gibi, sanki yerine getirmesi gereken bir görevi varmış gibi ve sanki doktorasını tamamlamayacakmış gibi.
Ayrıca, bu yoğun kavrama döneminde, Kutsal Sözcüğün, Sözcüğün dört parçası, Mission’da sahip olduğumuz mantra da açığa vurulmaya başlandı. Maitreya’nın mantrası Kutsal Sözcüğe, ki gerçek söylenişi İbranilerin bildiği ve “Sesli söyleme” dedikleridir, dönüşmeye başladı. Bu nedenden eğer birisi bunu sesli söylemeye çalışırsa o taşa dönecektir. Bu onların bu sözcüğün söylenmesini istememeklerinden dolayı değildir ama bunun söylenemeyeceğindendir. Kutsal İsmi fiziksel dünyada söylemek mümkün değildir. Oldukça eterik bir şeydir, Bilinçten (Tanrı) olan bir şeydir.
Maitreya "Tamam, Denver’a gideceğim, orada beni tanıyorlar ve bende onları tanıyorum" dedi. Oraya ilk gittiği zamadan beri bu şehrin onun hayatıyla bir ilişkisi olduğunu biliyordu. Böylece Denver’a gitti ve nazikçe ve yavaşça onlara durumun onların anladığından da fazla geniş olduğunu açığa vurmaya başladı. “Kesinlikle onlarda bana katılacaktır ve bununla bana yardım edeceklerdir” diye düşünüyordu. Fakat, genelde olduğu gibi, Tanrı’nın onun için başka bir Plan’ı vardı.
Denver’a gelişinin üçüncü günü, Maitreya Kuran üzerinde çalışıyor, ilgisini çeken bölümleri ayırıyordu. Bir odada oturmuş bir şeyler okuyordu ve Ananda Marga’dan bir kişi (Maitreya “Bu deli herif, iyi bir adamdı ama hiç yakınlaşmamıştık, sadece birbirimizi bir şekilde tanıyorduk” der) birden odaya dalmış ve “Hey” demişti. Bir şeye ihtiyacı olduğunu söylemeyi sevmeyen birisiydi. Maitreya’nın ne durumda olduğunu görmek istemiş ve “hey, şu dağa gitmek ister misin? Shamballa Ashrama adında güzel bir yer var. Oraya gidip meditasyon yapmak istermisin?” demişti [gülüşme]. Maitreya ise “Kusura bakma ama şu an yazıyorum. Şimdi gitmek istediğimi sanmıyorum, en iyisi sen git sonra nasıl olduğunu anlatırsın” demişti.
Bunun üzerine gelen kişi gitmiş ve yarım saat kadar geri gelmemişti fakat Maitreya onun evin içinde yukarı aşağı dolaştığını duyabiliyordu. O gün evde yalnız ikisi vardı. En sonunda tekrar Maitreya’nın odasına daldı ve “hadi ama ya, gel gidelim. Güzel bir yer ve gitmek isityorum. Ama yalnız gitmek istemiyorum” dedi. Maitreya da yazmaktan yorulmaya başlamıştı ve “tamam hadi gidelim” dedi. Her şeyi bıraktı ve çıktılar.
Bu adamın uzun saçları ve sakalları vardı, hipi gibi biriydi. Maitreya da dış görünüşlerle pek ilgili olmadığından kendisinin dış görünüşüne pek özen göstermemekteydi, bu yüzden büyük ihtimalle onunda saçı sakalı birbirine karışmıştı [gülüşme].
Arabaya atladılar, “pat, pat, pat” diye çalışan bir arabası vardı bu adamın [gülüşme]. Denver’ın 20 mil kadar güneyine sürdüler ve toprak bir yola girdiler ve Sedalia’da (yada buna benzer bir isim) dağa çıktılar, neredeyse dağın ortasında bir yerdi. Buraya Shambala Ashrama veya Beyaz Tapınağın Kardeşliği deniyordu.
Fakat oraya vardıklarında, orada sadece sekreter dolu bir ofis ile karşılaştılar. İçeri girdiklerinde, güzel bir ofis ve sandelyelerinde oturan oldukça fazla pedikürlü sekreterler vardı. Ve bu iki hipi içeri girmişti [gülüşme]. Sekreterler sadece şok olmuşlardı. Sandelyelerinden nerdeyse atlayarak “Ne istiyorsunuz?” demişlerdi. Bu hipiye benzer adam onlara “Biz meditasyon yapmaya geldik” dedi. Sekreterlerden biri “bizim burada meditasyon yapacak yerimiz yok” dedi [gülüşme]. Bu isteği duyduğunda onlara birkaç broşür vermiş ve nerdeyse onları ofisten dışarı itelemişti.
Broşürlerle arabaya geldiler ve binip dağların içlerine doğru sürdüler, meditasyon yapacak güzel bir yere doğru. Öyle bir yerde durdular ve 30 dakika kadar meditasyon yaptılar.
Sonra tam dönerken, Maitreya sekreterin verdiği broşürlerden birine bakmaktaydı. Broşürde Maitreya, Dünya Öğretmeni adında bir kitabın adını gördü. Maitreya “Dur bir dakika, oraya geri dönelim, şu kitabı almak istiyorum” dedi.
Geri döndüler ve küçük kitabı aldılar. Maitreya daha önce hiç kimsenin sadece Maitreya hakkında bir kitabı olduğunu görmemişti. İsmi orada burada duymuştu ama şimdi Maitreya hakkıdaki bu kitap çıkıyordu karşısına.
Yani görünüşe göre o gün olanların bütün amacı buydu. Oraya gitmek ve bu kitabın orada olduğunu görmekti. Tekrar eve dönüş yoluna çıktılar. Bu gezinin tüm amacı bunun Shambala olduğunu ve Maitreya’nın gelmesi için beklediklerini görmekti.
Kitapta Maitreya hakkında yazılmış sadece üç kitap olduğunu ve bununda Batı’daki tek kitap olduğunu söylüyordu. Maitreya hakkında çok fazla şey içeren ilk kitaptı bu. Fakat, bir şekilde eksikti. Bu kitapta Maitreya’nın bir Batılı ruh olduğunu, ki bu Uzak Doğu’daki Budistlerin inancıdır, söylüyordu. Fakat Yahudiler ve Hıristiyanlar da Maitreya’nın Doğu’dan gelmesini beklerler. Bu nedenden birçok insan Maitreya’nın İran’dan (Persia) gelmesini bekler çünkü burası Kudüs’ün batısında ve Tibet’inde doğusundadır.
Aslında bizim sembolümüz, tahtta oturan Maitreya bu kitabın kapağındandır. Fakat bu resim onlara ait değidir, Tibet’ten bir 15inci yüzyıl monk’una aittir.
Maitreya Ananda Marga’da bir müddet kaldı fakat durumlar pek iyi gitmiyordu çünkü orayla fazla ilişkisi kalmamıştı ve ayrıca şimdi bir öğretiye sahipti. Bunun hakkında birkaç kişiyle konuşmaya başlamış ve onlar bunu hoş karşılamamış defansa geçmişlerdi. Kimse onun ile rahat hissetmiyordu ve Maitreya da onlarla pek rahat hissetmiyordu. Artık onlarla bir değildi.
En sonunda ileri devam etmesini anladığı bir noktaya geldi. Aynı zamanda “preemies” adı verilen Guru Maharaji’nin takipçileri kişilere rastlıyordu durmadan. Her yerde karşısına çıkıyorlardı. Onların Denver’da bir restoranı ve bir marketi vardı. Oldukça güzel vejetaryan şeyler satıyorlardı, bu yüzden Maitreya da oradan alış veriş yapıyordu. Böylece onlarla her yerde karşılaşıyordu. Birkaç tanesini tanımaya bile başlamıştı. Bu kişiler Kutsal Sözcük yada Kutsal İsim diye bir şeyden bahsediyorlardı. Maitreya daha sonra bu kişilerden biriyle bir müddet bir ev bile paylaştı.
Maitreya "Tamam, belki bunlar Sözcüğü biliyorlardır” diyordu. O zamanlar bunu Kutsal İsim diye biliyordu aslında. “Eğer bunlar Kutsal İsmi biliyorsa o zaman bu iş bana kalmaz” diye düşünüyordu [gülüşme]. “Öyleyse bırakıp gidebilirim ve sözcüğü onlar biliyor diyebilirim ve Mission’ı başlatmak için endişelenmeme gerek kalmaz” diyordu. Böylece bu kişilerin toplantılarına gitmeye ve onların “bilgileri” veya teknikleri hakkında bilgi edinmeye başladı. Kutsal İsim tekniğinden başka bir şey ile ilgilenmiyordu aslında. Fakat burada onun “Guru Tanrı’dan daha büyüktür” sözünü beyan etmesini istemişlerdi ve Maitreya böyle bir şeye inanmıyordu. “Bunu beyan edemem” dedi. Böylece onlardan soğudu ve zamanla uzaklaştı.
Başka bir yere taşınmaya karar verdi. Fakat parası bitmişti ve parasının gelmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Sonra kiralık bir oda için bir ilan gördü. İlanda sigara içmeyen ve meditasyon yapan birisini aradıklarını okumuştu. Böylece Maitreya ilanı veren kişiye gitti, adı Rodney idi ve “Buraya taşınıp sizinle yaşamak isterim. Sigara içmem ve meditasyon yaparım. Fakat şu anda hiç param yok, çekimi alana kadar beklemeniz gerekir” dedi. Rodney “Tamam, gel” dedi. Oldukça iyi birisiydi. Maitreya onun bu durumu kabul etmesini beklememişti, öylesine söylemişti, karanlığa bir taş atmıştı ve Rodney “Sorun değil, gel” demişti. Böylece Maitreya oraya taşındı.
O sıralarda Maitreya Self-Realization Center (Kendini kavrama merkezi) adında bir yer olduğunu duymuştu (Yogananda tarafından California’yada başlatılandan farklı bir yerdi) ve burayı yöneten öğretmen Guru Maharaji’nin öğretmenlerinden biri Mahatmalardan biri idi. Aynı “bilgiyi ve mantrayı veriyordu ama kimsenin Guru’nun Tanrı’dan daha büyük olduğuna inanmasını talep etmiyordu. Bu yüzden Maitreya “tamam, buraya gidebilirim” demişti.
Bir sabah merkeze gitti ve kapıyı çaldı. Üyelerden birisi ile tanıştı. Bir süre sonra “Neden bu Perşembeki Satsang’imize (Sohbetimize) gelmiyorsun?” diye sormuşlardı. Maitreya da “Harika, tamam, gelicem” demişti.
Böylece Perşembe akşamı Satsang’a gitti. Oturdular ve Satsang verildi, ve sonra bir müddet meditasyon yaptılar. Sonra Maitreya ayrılmaya karar verdi. Tam çıkacakken arkadan koşarak gelen büyük siyah gözleri olan bir bayan “Bir sonraki hafta akşam yemeyimize gelmek ister misin?” diye soruverdi. Maitreya ona baktı, güzel büyük gözler vardı karşısında. Maitreya onu hali hazırda tanıyordu. “Tabi ki gelirim” dedi. Bu kişi Maitreyii idi
O akşam eve gittiğinde Maitreya Rodney’e bu kızla evleneceğim demişti [gülüşme]. Rodney de ona "Ne? Delirdinmi sen? Onunla daha bu akşam tanıştın. Böyle yapamazsın. Bu uygun değil. Biz burada böyle şeyler yapmayız” dedi [gülüşme]. Maitreya “Uygun mu değil mi bilmem ama biz bunu yapacağız” dedi. Çünkü his çok kuvvetliydi, bağ ortadaydı, buna hiç şüphe yoktu.
Böylece Maitreya bu merkeze gitmeye başladı. Orada David Lunbeck adında başka birisi de vardı. O da Maitreya tarafından etkilenmişti. Merkezde de bir sürü şeyler olmaya başladı. Merkez dağılmaya başlamıştı.
İki hafta sonra Maitreya’ya mantra ve Guru Mahraji’nin tekniği verilmişti. Onların mantrası Kutsal İsim’den farklı idi, mantraya bu adı vermiş olmalarına rağmen. Aslında onların verdiği bu mantra Ananda Marga’da ona verilmiş olan ile aynıydı. Yani Kutsal İsim değildi bu. Şimdi anlayabiliyoruz ki Maitreya’nın preemiesler ile tanışması sürecenin tek nedeni onu Mission’ı başlatması için merkeze yönlendirmekti.
Yani işten kurtulma planı işe yaramamıştı. Diğerleri Kutsal İsmi bilmiyorlardı. Yani bu Maitreya’nın Mission’ı başlatmak zorunda olduğu anlamına geliyordu.
Bu arada Maitreyii (Maitreya’nın ev arkadaşına evleneceğini söylediği bayan) Maitreya’yı üçüncü gözünde görmeye ve onun ile ilgili bazı ruhani tecrübeler yaşamaya başlamıştı. Bunları David Lunbeck’te yaşamıştı.
Bir gün Maitreya Maitreyii’i parka götürdü ve “İşte, burada. Bu En Ulu İşaret” Bu benim yapmam gereken Mission (görev), benimle evlenir misin?” dedi. O da “Başka seçeneğim var mı?” dedi [gülüşme]. Maitreya “Hayır yok” dedi. Maitreyii “Tamam” dedi [gülüşme]. İşte böyle olmuştu.
Şimdi Maitreyii ve David Maitreya’nın yanına taşınmıştı. Hep beraber küçük bir evde yaşamaya başladılar. Maitreya En Ulu İşaret hakkında yazmaya ve THOTH oluşmaya başladı. Yazıyor, gözden geçirip düzeltiyor ve tekrar ve tekrar yazıyordu. Maitreyii de daktilodan geçiriyordu yazılanları, tabi onunda tekrar ve tekrar yazması gerekiyordu ama o bunu seviyordu. Kitabı birçok kere baştan daktilo etmişti. O zamanlar bilgisayar yoktu. Kullandığı eski model bir daktilo idi. IBM’in yarı otomatik daktilosu bile değildi, düz eski model bir daktiloydu. Gerçekten tam bir karın ağrısıydı [gülüşme]. Ama Maitreyii işten yılmadı. Yazmaya bıkmadan, durmadan devam etti, tekrar ve tekrar yazdı. Maitreyii “Bu öğretileri öğrenmek için harika bir yoldu!” der.
Sonra başka bir eve taşındılar, Denver’da büyük bir evdi. Büyük beş odalı bir evdi. Orada da yaklaşık altı ay kaldılar. Bütün bu zaman Maitreya kitabı yazıyordu. Artık bütün dünyevi günlük işleri karşılanıyordu. Şimdi almaya başladıklarını yazmaya konsantre olabilirdi. Gündüzleri dağlara gidiyor ve THOTH’u yazıyordu. THOTH’un yazımı bu zamanda başlamıştı.
En sonunda o evden de taşındılar ve dağda bir yere taşındılar. Indian Hill’de Denver’in tepelerinde büyük bir ev kiraladılar. Böylece dağlara araba sürmek zorunda değildi. Evde oturabilir ve yazabilirdi.
Sonra yoğun bir şekilde En Ulu İşaret üzerinde çalışmaya karar verdi çünkü henüz mükemmel değildi. Böylece bir hafta nerdeyse tüm gün, Maitreya En Ulu İşaret üzerinde çalıştı, çizdi, tekrar çizdi, değiştirdi, düzelti vb. Odaya getirip onu değişik renklerde Maitreyii ve Dave’e (ruhani ismi John) gösteriyordu. Sonra bir gün bitmişti, Pazar günüydü, saat öğleden sonra bir iki gibiydi, güneşli bir gündü. Oturma odasında büyük bir cam vardı, önlerindeki tüm dağı görebiliyorlardı. En Ulu İşaret o camda asılı olurdu böylece odada oturup onun önünde meditasyon yapabiliyorlardı.
Maitreya En Ulu İşaret’i getirdi ve mihrap’a koydu. Bunu yaptığı anda birden bir bulut çıktı. Yağmur yağmaya başladı ve sonra büyük dolu taneleri yağmaya başladı ve sonra tekrar güneş çıktı ve sonra En Ulu İşaret’in arkasında büyük bir gökkuşağı çıkmıştı. Bütün bunlar çok çabuk olmuştu. Akıllarında bütün bunların Cennet’ten olduğuna dair hiçbir şüphe yoktu. “İşte budur” demişlerdi, En Ulu İşaret şimdiki haline almıştı.
Bir süre sonra Denver’a geri taşındılar. Fakat Denver’da hava kötüye gidiyordu, hava çok kirliydi. Denver bir çanak gibidir, etrafı dağlarla çevrilidir. Rüzgar pek şehre girmez. Üstünden geçer gider. Böylece hava kirliliği çanağın içinde şehrin üstünde kalır.
Bu yüzden tekrar dağlara taşındılar ve orada bir müddet kaldılar ama en sonunda buradan taşınmak zorunda olduklarına karar verdiler.
Maitreya Denver’a ilk geldiği gün Albuquerque ismini duymuştu. İlk gün olmuştu bu, Ananda Marga binasına girdikten beş dakika kadar sonraydı. Orada otururken birisi gelip “Albuquerque’deki kamyon, şu taze meyve sebze getirmesi gereken, Albuquerque’den Denver’a gelmesi gereken, kaza yapmış” demişti. Kamyon Albuquerque’den geliyordu. Maitreya o zaman pek dikkat etmemişti ama bu Albuquerque adını ilk duyduğu zamandı.
Sonra taşınmaya karar verdiklerinde Albuquerque'nin havasının çok iyi olduğu hakkında şeyler okumaya başlamışlardı. Bir gazetede Albuquerque’nin havasının çok güzel olduğu ve burada hiç hava kirliliği olmadığı yazıyordu. En sonunda onların buraya taşınmaları için bir fırsat çıktı.
Maitreya "Gidelim görelim bakalım şu Albuquerque de neymiş" demişti. Böylece Maitreya ve Dave birkaç günlüğüne bu şehri ziyaret ettiler. Denver hakkında sevmedikleri bir şey çok soğuk olmasıydı, özelliklede dağlarda. Ve ayrıca çok rutubetliydi bu yüzden soğuk daha da kötü oluyordu, soğuk kemiklerine işliyordu. Albuquerque’ye geldiklerinde ise hava güneşli ve sıcaktı. Çok güzeldi, şehri çok sevmişlerdi.
Maitreya "Görünüşe göre yerimizi bulduk. Buraya taşınacağız” demişti. Böylece Albuquerque’ye taşındılar. Bu 1981 yılında olmuştu. THOTH henüz tamamlanmamıştı ama En Ulu İşaret hazırdı.
"Maitreya burada" diye birkaç dergiye ilan verdiklerinde 1982 yılının baharıydı. Mission’a insanlar gelmeye başlamış ve onların Benjamin Creme’in bahsettikleri olup olmadıklarını sormaktaydılar. Onlar da “Benjamin Creme kim?” demişlerdi. O zaman Benjamin Creme’in Maitreya’nın 1982’in baharında Kendinin varlığını ilan edeceğini söyleyen kişi olduğunu öğrenmişlerdi. Bu Maitreya’nın insanlığa açılıp Kendisinin Dünya üzerindeki Varlığını ilan ettiği zamandı.
Maitreya biz Sayın Creme’i tanımıyoruz demişti gelenlere. Ve bir müddet sonra Maitreya’nın dünya üzerinde varlığını anons etmesi için Sayın Creme’i etkileyen enerjinin de aynı enerji olduğunu düşünmüştü. Bu nedenden Benjamin Creme’e gelip Mission’a katılması için bir davetiye yollamışlardı. Başkalarıda Benjamin Creme’e Maitreya’dan bahsetmişti. O hala kendisinin Maitreya’sını bulmuş değildir, bizim davetiyemize de bir cevap vermiş değildir.
Bundan sonra insanlar gelmeye ve Mission bir çok New Ager ile, oldukça çok, temasa geçmeye başladı. Sel gibi akıyordular Mission’a. Kaç kişi gelmişti? 300-400 kişi. Gelmeye devam ediyorlardı ve Keys of Enoch, spaceship brothers, kristaller ve kanalize etmek vb. hakkında bilgiler getirdiler.
Sanki şimdiye kadar Tanrı Maitreya’yı bütün bunlardan uzak tutmuştu. Maitreya o zaman bunlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. En Ulu İşaret mükemmel hale getirildikten ve THOTH ve diğer yazılar bitirildikten sonra, her şey hazır olduğunda daha önceden Maitreya’nın hiçbir fikri olmadığı konular hakkında bütün bu insanlar bu yeni bilinç ile gelmişlerdi.
Tabi bu kişiler konular iyi görünüyor, kulağa iyi geliyordu, “Evrende yaşayan başkaları olabilir tabi, neden olmasın?”. Eğer insanlar Dünya Gezegeninde yaşıyorsa, başka bilinçlerde evrenin başka bir yerinde yaşıyor olabilirler. Gelen bütün bilgiler boş değildi. İçlerinde birçok iyi şeyler vardı. Herkeste olduğu gibi onlarda da birçok doğru vardı.
Bundan sonrasını büyük ihtimalle biliyorsunuzdur. Florida’dan birisi (David Bent) bizim ilanımızı görmüş ve Maitreya’ya bir mektup yolladı. Maitreya da onu aradı. David’de geri arayınca böylece Florida’dakilerde bağlantıya geçilmişti.
New Ager’ların ve gelen diğer kişilerin de bazı yardımları olmuştu. Örneğin bu kişilerden birisi bize Toronto’daki "Planetary Initiatives For The World We Choose (Bizim Seçtiğimiz Dünya için İlk Adımlar)" konferansında bir masa ayarlamıştı.
Tabi David Bent Ananda Ma’yı tanıyordu ve sizi bizlerle temasa geçirdi. Sonra Maitreya Toronto’da Darlene ve Dottie ile tanıştı. Maitreya nerdeyse kafasından vurulmuştu, Darlene tarafından [gülüşme].
Böylece Florida ile temasa geçmiştik ve Jean Hudon adında birinden, Kanada’dan, bir mektup almıştık. Onunla temasa geçtik. Aslında David Bent, Jean Hudon, Mary Lamb, Elaine Powell, ve birkaç diğer kişi Benjamin Creme’e "Maitreya burada, Albuquerque’de," diye mektuplar atmışlardı.
Hatta Elaine, sanırım, Benjamin Creme’i Amerika’ya tanıtan ilk kişilerden biriydi (bize böyle olduğunu söylemişti). Benjamin Creme’in etrafındaki kişilere yakındı. Kalifornia’daki Tara Center’a THOTH’un bir kopyasını götürmüştü. Ve ona kaba davranmışlardı. Buna baya üzülmüştü oda.
Sonra Toronto’daki konferansa katıldık ve bir konferans verdik. Bu Maitreya’nın dünyaya açıldığı ilk seferdi. Yani Darlene ve Dottie Maitreya ile dış dünyada karşılaşan ilk kişilerdi.
Tabi sonra Maitreya Jean Hudon’un yanına gitti ve bir ay orada kaldı. Sonradan Plan adı altında bir kitapçıkta birleştirilen Harita kitapçığına eşlik etmesi için Işık kitapçığını orada yazmıştı. Bu kitapçık Jean Maitreya’ya “burada sadece Dünya için Ana Plan’ı yazmışsın, Mission’ın ruhani kısmından pek bahsetmiyor burada” diye şikayet edince yazılmıştı. Maitreya Işık’ı bir akşamüstünde yazmıştı, birkaç saat içinde. Jean de bunu üç günde daktilo etmiş, birleştirmiş ve basmıştı.
Şimdi bildiğiniz gibi hemen hemen her şey açığa vuruldu ve hazır. Şimdi “Düğüne davetli olanları çağırmamız” gerekiyor. Şimdi diğerlerini bize katılmaya davet etme ve onlarında bizim burada sahip olduğumuz doğruyu görmelerine yardımcı olma zamanı. En Ulu İşaret’te anlatıldığı gibi kendilerini Cennet’in Hükümdarlığına girmeye hazırlamış olanlarla bu bilgiyi paylaşmalıyız.
Bizim görevimiz bu doğruyu genişçe ve derince sunmak, ümit ve birlik dalgalarını yaymak, Yaratımın Plan’ının ve hayatın amacının ne olduğunu öğretmek ve bu uğurda her şeyden fedakârlık yapmaktır. Hepsi geldiğinde o zaman Dünya üzerinde Cennet’in Hükümdarlığı kurulacak ve Tanrı’nın Plan’ı Cennette olduğu gibi Dünyada da yapılacaktır.
Amin (
)